
Medeniyetin nasıl ayakta durduğunu hiç düşündünüz mü? Milyonlarca insanın her gün işbirliği yapabilmesinin, aynı kurallara uyabilmesinin ve ortak bir gelecek için plan yapabilmesinin altında yatan temel varsayım nedir?
Bu varsayım, “paylaşılan bir gerçeklik” zeminidir.
Hepimizin, üzerinde hemfikir olduğu temel bir “doğru”lar bütçesi vardı. Bilimin söylediğine, gözümüzle gördüğümüze, ana akım bir haber kanalının aktardığına veya bir mahkemenin verdiği karara, farklılıklarımız olsa da, “temel bir gerçeklik paydası” olarak güvenir, hayatımızı ona göre düzenlerdik.
Bu paylaşılan gerçeklik, “kurumsal güven” dediğimiz yapının çimentosuydu. Devlete, bilime, akademiye, basına ve adalete güveniriz, çünkü onların bu ortak gerçekliği koruyan “hakemler” olduğuna inanırdık.
28 Ekim 2025 itibarıyla, bu çimento çözülüyor ve ayna binlerce parçaya bölünüyor. Artık en büyük sosyo-politik sorunumuz; ekonomik krizler, savaşlar veya iklim değişikliğinin kendisi değil; tüm bu sorunları çözmek için ihtiyaç duyduğumuz ortak zeminin, yani gerçekliğin kendisinin parçalanmasıdır.
1. Parçalanma Nasıl Başladı? (Yankı Odaları ve Sentetik Gerçeklik)
Gerçekliğin parçalanması iki ana teknolojik hızlandırıcı ile mümkün oldu:
- Filtre Balonları ve Yankı Odaları: İlk aşamada, sosyal medya algoritmaları bize duymak istediklerimizi verdi. Bizi kendi gibi düşünenlerle doldurduğu bir yankı odasına hapsetti. Bu, tehlikeliydi ama hâlâ yönetilebilirdi. “Onlar”ın farklı bir fikri vardı.
- Deepfake (Sentetik Medya) ve Yapay Zeka: İkinci ve ölümcül aşama ise 2020’lerin ortasında yaşadığımız devrim oldu. Artık “onlar”ın sadece farklı bir fikri yok; “onlar”ın farklı bir kanıtı var. Yapay zeka ile üretilmiş, gerçekliğinden ayırt edilmesi imkansız videolar, ses kayıtları ve fotoğraflar… “Gözümle gördüğüme inanırım” sözünün felsefi olarak bittiği bir çağdayız.
Artık bir politikacının hiç söylemediği bir sözü söylediği bir video, bir bilim insanının kendi araştırmasını yalanladığı bir ses kaydı yaratmak mümkün. Bu, “post-truth” (gerçek-sonrası) değil, “post-reality” (gerçeklik-sonrası) bir durumdur.
2. Sonuç: Kurumsal Güvenin Çöküşü (Hiçbir Hakeme İnanmamak)
Paylaşılan bir gerçeklik zemini olmayınca, o zemini korumakla görevli kurumlara olan güven de buharlaşır. Bu, toplumsal bir felç durumudur.
- Bilime Güven Krizi: İklim değişikliği bir “gerçek” değil, bir “taraf” meselesine dönüşür. Bir grup, bilimsel konsensüse “gerçek” derken, diğer grup kendi yankı odasında bulduğu “kanıtlarla” bunun bir komplo olduğunu iddia eder. Aynı şey aşılar, salgın hastalıklar veya gıda güvenliği için de geçerlidir.
- Medyaya Güven Krizi: Geleneksel medya “hakem” rolünü kaybeder. Herkes “kendi medyasını” tüketir. Bir taraf için “terörist” olan, diğer tarafın “özgürlük savaşçısı” olduğu kanıt videolarına sahiptir. Ortak bir gündem kalmaz.
- Devlete ve Adalete Güven Krizi: En tehlikelisi budur. Bir seçim sonucu, bir mahkeme kararı veya bir yasa, “gerçek” olarak kabul edilmez. Sadece “benim gerçekliğime uyan” veya “uymayan” bir karar olarak görülür. Kurumlar, hakemliklerini değil, sadece “taraflardan biri” olma özelliklerini korurlar.
3. Sosyo-Politik Felç: Neden En Büyük Sorun Bu?
Gerçeklik parçalandığında ve kurumsal güven çöktüğünde, toplum “çözüm üretemez” hale gelir.
- Karar Alma Felci: İklim krizi gibi varoluşsal bir tehditle mücadele edemezsiniz, çünkü toplumun önemli bir kısmı krizin “gerçek” olduğuna ikna olmamıştır.
- Kutuplaşmanın Kilitlenmesi: Siyasi tartışmalar, “farklı öncelikler” üzerine değil, “farklı gerçeklikler” üzerine yapılır. Bu, bir uzlaşıyı imkansız kılar. İki farklı evrende yaşayan insanlar müzakere edemez, sadece savaşabilir.
- Otoriterleşme Riski: Demokrasi, farklılıkların müzakere edildiği bir sistemdir. Ancak “gerçeklik krizi” demokrasiyi felç ettiğinde, toplum kaostan bunalır. Bu kaos ortamında, kitleler “gürültüyü kesecek”, kendi gerçekliğini zorla dayatacak ve “düzeni” sağlayacak otoriter liderlere sığınmaya başlar. Güvenin çöküşü, otoriterliğin en sevdiği zemindir.
Harcı Yeniden Karmak
2025 itibarıyla en büyük sosyo-politik sorunumuz, ortak bir dili kaybetmiş olmamızdır. Aynı kelimeleri kullanıyor (özgürlük, adalet, gerçek) ama onlara tamamen farklı anlamlar yüklüyoruz.
Çözüm sadece teknolojik (daha iyi deepfake tespit yazılımları) veya yasal (daha sıkı dezenformasyon yasaları) olamaz. Çözüm, temelde felsefidir: Bu kırık ayna parçalarını nasıl yeniden birleştireceğiz? Hangi temel değerler üzerinde “asgari müşterek bir gerçeklik” inşa edeceğiz?
Bu, bizim neslimizin çözmesi gereken en temel varoluşsal meydan okumadır. Çünkü ortak bir gerçeklik olmadan, “toplum” diye bir şeyden bahsedemeyiz.